İnsan, öğrenen ve öğrendiklerini
hayatında uygulayabilen vicdan sahibi bir varlık olarak diğer varlıklardan
ayrılır. Aynı zamanda sosyal bir varlık olan insan diğer insanlar ile bir arada
yaşayarak kendini şekillendiren değerlerini oluşturur. Kültür bu değerlerin
sonucunda oluşan kadim geleneklerin yansıması olarak varlığını devam ettiren
insani hasletlerden birisidir. Ancak yine de insan çoğu zaman kendisinin çokta
ötesinde bir yaşam sürerken düşünce ve yaşamın güvenli kıyılarından uzaklaşmayı
tercih edebilir. Bu noktada insanın kendini tanıması veya farkına varması beklenir
ki bu insanın özüne ait bir metafordur. Hem Latin kaynaklı okumalarda karşımıza
çıkan hem de kadim Türk-İslam Medeniyetinde de varlığını hala devam ettiren
insanın kendisi ile hesaplaşma beklentisi, aslında ona olan inancın bir
göstergesi gibidir. “nosce te ipsum” yani
“kendini bil” insanın özüne ait olması beklenilen bir bilgeliğe atıftır. İlk
emri ve beklentisi “ikra” yani oku olarak tecelli eden İslam anlayışı insana
yaradılışını hatırlatmakta ve ondan keskin bir geri dönüşü beklemekte ve bunu
ona güçlü bir yaptırım ile hatırlatırken insanın yaradılışındaki hikmeti
vurgulamaktadır. İnsanın kendini tanıması ancak bilgi ile olur ki bununda
kaynağında diyalektik bir akıl yürütme, ders alma, ayaklarını yere sağlam
basmakla mümkündür. Bilgi bir yoldur ve içerisinde hikmeti barındırır. Hikmet ise
sır, yani transandantal, deneyimlerin çok ötesinde bir bilme eylemidir. İmam-ı
Gazali’nin “kalp gözü” ile ulaşılabilecek bilgiler olarak anlamlandırdığı bir
yolculuk. Yunus Emre “ilim ilim bilmektir” öğretisi bilme eyleminin önemi ile
ilgili bizden olan bir başka malumun ilanıdır.
Modern toplum “kuşku çağı”nda
yaşayan toplumdur. Kuşku çağı bir tragedyanın iz düşümüdür zihinlerimizde. Her
şeyi reddeden modern bir alg yanılsaması. Geleneksel olanın ötekileştirilmesi.
Öteki yani benden ve benim çağımdan olmayan. Gelenek kavramı iki anlamı
beraberinde taşır aslında. İlahi bir geleneğe bağlanarak uhrevi kurtuluşa
ermek, bir bilginin elden ele aktarılması, bir öğretiyi başkalarına iletmek,
teslim olmak ya da ihanet etmek gibi iki zıt anlama gelmektedir. Modernleşme
aslında bir nevi ikinci anlamı anlamamızı da kolaylaştırmaktadır. Yani “ihanet
etme”. Kadim olanı reddederek onun yerine modern olanı ikame etme düşüncesi. Bu
anlayış aslında geleneği yok etme düşüncesidir aynı zamanda. Asıl sorunlu
alanda burasıdır. Bu çatışma kendi değerini mi üretecek yoksa bir bunalımı
beraberinde mi getirecektir? Tüketim değerlerinin her gün kitlesel olarak
kutsandığı bir asr da “insan gerçekten ziyan içendedir” mesajı anlamlıdır.
İnsan bunu idrak edebiliyorsa yeniden kendine dönüşün kapısına gelecek ve af
dileyecektir. İşte tamda postmodern bir anlayışa geri dönme sevdasının bir
yansıması. Son onlu yıllarda çokça karşımıza çıkan söylemlerin özünde bu
bilinçaltı semptomları vardır. Modern toplum yeniden bir “ihanet etme” algısı
ile karşı karşıyadır. Bu defa ihanet modernizmedir. Batı toplumlarından
başlayarak doğu toplumlarını sarmalayan bu postmodern dönüş çırpınışları
insanın tüketecek bir azığı kalmadığını ifşa eder. Bir mühendis hesaplamasıyla
inceden inceye yapılan hesaplamalar toplumu dizayn edememiş ve insanın maddenin
çok ötesinde bir mana taşıdığını unutmuş olarak geriye çekilmiştir.
“Ben sizin bilmediklerinizi bilirim”
ilahi vurgusu geleneksel yaşam formlarında anlamını devam ettirirken postmodern
bir okuma ile yeniden anlam kazanmalıdır ki modern insan, varlığını bildiği
ancak tadamadığı hasletleri yaşayabilsin. Kendini bilen bir insan, ilmi öğrenen ve
yaşayan bir âdem belki modern dünyanın tükenmiş değerlerini yeniden inşa
edebilir. O zaman insan kurtuluşun kapısından içeri onurunu kurtarmış bir
şekilde yaradılışının farkına varacaktır. İçerisinde yaşadığı mağaranın tek
gerçek olduğu retoriğine eleştirel bir bakış getirerek yüzünü mağaranın
girişine çevirebilecektir. Eğer cesaretini toplayabilir yani alışkanlıklarından
vazgeçebilirse dışarı çıkıp kendisine yüklenen “âleme
nizam verme” misyonunu gerçekleştirebilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder